Teneke Müzesi | Türk Teneke Ambalaj Tarihçesi | Yazılar
16337
page,page-id-16337,page-template-default,ajax_fade,page_not_loaded,,vertical_menu_enabled,no_animation_on_touch,paspartu_enabled,paspartu_on_top_fixed,paspartu_on_bottom_fixed,vertical_menu_inside_paspartu,side_area_uncovered_from_content,qode-theme-ver-7.4,wpb-js-composer js-comp-ver-4.5.2,vc_responsive
 

Yazılar

 

USTADAN ÇIRAĞA BİR GELENEK

 

1971 yılının sonuna doğru Botaş’ta işe başladım. Bu benim teneke ile ilk tanışmamdı. Dyo’nun boya kutularını yapan Botaş, ben işe başlamadan bir yıl önce tam otomatik lehimli konserve kutusu üretim hattını Cevolani’den almış ve iki ustasını da İtalya’ya eğitime yollamış.

 

Ben işe başladığımda matbaa ve laklama hattının montajı yapılıyordu. İşe ısınıp da, daha ustası bile olmayan matbaa ve laklama hatlarını devreye sokmak için gece gündüz çalışırken zaman hızla aktı ve konserve sezonunun başlangıcı olan Mayıs ayı geldi. İlk olarak İstanbul’da bulunan Bereket Konserve’den bezelye kutusu siparişi aldık. Kutuları yapıp gönderdik. Henüz birkaç gün geçmişti ki, Bereket Konserve’den kutularla ilgili şikâyet geldiği haberi ulaştı.
Hemen İstanbul’a gittim. Bereket Konserve, Haliç kenarında çok katlı ahşap bir binada faaliyet gösteriyordu. Bana şişmiş kutuları gösterdiler ve kutuların bombaj yaptığını söylediler. Bombajdan, herhalde kutuların şişmesini kastediyorlardı. Bunu ilk defa duyuyordum. Bana, kutu diplerinde eskiden kalın bir lastik kullanıldığını anlatmışlardı. Buna karşılık biz, fırında ince bir tabakaya dönüşen sıvı conta kullanıyorduk. Onun için dip kenetlerinin eskiye göre daha fazla sıkılması gerekiyordu.

 

Bereket Konserve’nin sahibi Adnan Bileydi ve ustası benden cevap bekliyorlardı. Ben de, “Kenetleri iyi sıkmamış olabilirsiniz,” dedim. Usta hemen bir kuyumcu makası ve kumpas alıp geldi. Önce kumpasla kenet enini ölçtü. Ardından kenedi söktü. Çengellerin uzunluğunu kumpasla ölçtü. Kendi kapattıkları tarafın bizim kapattığımız tarafa göre çok daha iyi olduğunu söylüyordu. Ben ise bütün bunları ilk defa orada görüyordum. Bizim ustaların böyle bir ölçüm yaptığına da tanık olmamıştım. Ya ölçmüyorlardı ya da ölçümü kimseye göstermeden yapıyorlardı. İtalya’da kenet ölçümünü öğrenmemiş olmaları mümkün değildi.

 

Bu İstanbul ziyareti sayesinde ilk teneke kutu eğitimimi müşterimizin ustasından almış oldum. Başımdan geçen bu olay, konserve kutusu üretmenin çok ciddi bir iş olduğunu ve gereken tedbirler alınmazsa bunun çok pahalıya patlayacağını göstermişti. İzmir’e döner dönmez bu işin eğitimini almam konusunda üst yönetimi ikna edip, bir aylığına Danimarka’daki Haustrup firmasına gittim. İlk defa Botaş haricinde bir kutu fabrikası görüyordum. Fabrikayı gördüğümde büyük bir şok yaşadım! Burası muazzam büyüklükte bir teneke fabrikasıydı. Haustrup o tarihte yalnız Danimarka’nın değil, Avrupa’nın en büyük ve en modern fabrikalarından biriydi. Bizde sadece bir otomatik hat varken, Haustrup’ta on iki hat vardı. Matbaa ve laklama hatlarının olduğu bölüm bile cidden çok büyüktü. Önemli bir fark da, bizde hiçbir kalite kontrol bölümü yokken, onlarda her bölümün ayrı ayrı kalite kontrol birimlerinin olmasıydı. Matbaa, laklama, otomatik hatlar ve kalite kontrol bölümlerinde birer hafta çalışıp notlar aldım. Bu eğitim bana çok şey kazandırdı. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, Türkiye’nin en kaliteli konserve kutusu üreten firması olmuştuk.

 

Teneke ambalaj sanayisinde çalıştığım 42 yıl boyunca her gün yeni bir şeyler öğrendim ve öğrendiklerimi gençlere aktarmak için elimden geleni yaptım. Türkiye artık bu sektörde bilgi ve tecrübe olarak Batı ülkelerinin iyileri arasındadır. Kalite olarak da birçok Batı ülkesini geçmiştir.

 

Bu kitabın hazırlıklarını ve görüşmelerini yaparken şunu daha net olarak gördüm: 1960’lı yıllara kadar ustalar, çıraklarını çok iyi yetiştirmişler. Bildiklerinin hepsini çıraklarına aktararak onların yeterli tecrübeye sahip olmalarına olanak sağlamış ve sonra birer usta olmalarının önünü açmışlar. Hatta yetişen gençlerin kendi başlarına atölye açmaları konusunda destek vermişler. Sonradan bu güzel gelenek, diğer bir sürü güzellik gibi yok olup gitmiş.

A. ERCAN ÖNER

 

uretici-14

 

BİRA KUTUSU

 

1980’li yılların başıydı. Turgut Özal, ekonomiden sorumlu bakan yapılmıştı. Döviz sıkıntısı pek yoktu. Efes Pilsen, Yunanistan’daki Hellas Can firmasından iki parçalı bira kutusu ithal edip, yeni aldığı hatta bira dolumunu kendisi gerçekleştiriyordu. Bir süre sonra Yaşar Holding’e bağlı Tuborg da, kendi dolum tesisini kuruncaya kadar, ithal ettiği kutuları Efes Pilsen’in tesisinde doldurtmaya başladı.

 

Ben o tarihlerde Yaşar Holding’e bağlı Bornova Teneke Ambalaj Sanayi (Botaş) şirketinde Teknik Genel Müdür Yardımcısı olarak çalışıyordum. O yıllarda Yaşar Holding, Tuborg ve Botaş’ın yönetim kurulu başkanı olan Selçuk Yaşar Bey, şirket ortağımız ve Genel Müdürümüz Erdal Barkay’a, “Acele yatırım yaparak bira kutusu üretmeye başlayın!” talimatını vermiş. Erdal Bey bizleri toplayıp durumu anlattı. Bu konuda bir çalışma yapmamızı istedi. Arkadaşlarla işbölümü yapıp çalışmaya başladık, ama ilk düşüncemiz olumsuzdu. Çünkü o tarihlerde iç piyasada konserve kutu pazarının çok büyük bir bölümüne sahip olmamıza rağmen, kapasitemiz yeterli değildi. Her yıl Şubat ayı civarında konserve kutu siparişlerini ve sipariş avanslarını alıyorduk. Firmaların Temmuz ve Ağustos aylarında kullanacakları kutuların büyük bir bölümünü ilkbaharda üretip bedellerini peşin tahsil ediyorduk ve çok güzel kâr ediyorduk. Yeni bir rakibin doğmaması için acilen yeni konserve kutu hatları almamız gerekiyordu.

 

Bir başka yatırım ihtiyacımız da dikiş kaynak ve laklama üniteleriydi. O tarihte konserve kutularının yan kenetlerini lehimli yapıyorduk. Her ne kadar lehim dıştan yapılsa da, tüm dikkatimize rağmen kutu içine az miktarda lehim sızabiliyordu. Bu da lehimin içindeki kurşunla gıdanın teması demekti. Avrupa hızla yan kenedi dikiş kaynak olan yeni teknolojiye geçiyordu. Lehimli kutuların kullanıldığı konserve ve salçaların Avrupa’ya girişinin yasaklanacağı konuşuluyordu. Bu nedenle eski hatların giriş bölümündeki lehimleme ünitelerinin atılıp, yerlerine dikiş kaynak ve laklama ünitelerinin konması gerekiyordu. Durum o kadar aciliyet kazanmıştı ki, Türkiye’nin en büyük salça üretici ve ihracatçılarından biri olan Coca-Cola firması, kutularımız lehimli olduğu için ihtiyacı olan beş kiloluk kutuları İsrail’den ithal ediyordu.*

 

* Yıllar önce Coca-Cola Türkiye’de üretim yapmak istediğinde hükümet, firmanın kola konsantresini ithal edebilmesi için döviz getirici bir yatırım daha yapmasını şart koşmuş. Firma bunun üzerine Türkiye’de salça üretip tamamını ihraç ederek döviz girdisi sağlamaya karar vermiş. Coca-Cola’nın salça tesisi 1990’lı yılların sonuna kadar üretim yaptı ve daha sonra satıldı.

 

Diğer taraftan iki parçalı bira kutusu üretiminde kullanılan teknoloji tamamen farklıydı. Mevcut makine parkımızdaki makinelerden faydalanamıyorduk. Bu da çok büyük bir yatırım demekti. Muhakkak know-how almamız gerekiyordu. Know-how ise çokuluslu devlerin elindeydi.

 

Finansman bölümümüz, her yıl elde edilen kâr dağıtıldığı için konserve hatlarına yapacağımız yatırım için bile finansman bulmakta sıkıntı çekiyor ve böyle büyük bir yatırımı özkaynaksız yapmayı uygun bulmuyordu. Holding ise yatırımın tamamen banka kredisi ile yapılmasını istiyordu.

 

Pazarlama bölümü ise, kutulanmış biranın daha pahalı olması nedeniyle, tüketiminin yalnız sahil şeridinde, yazın ve turistlerle sınırlı olacağını öngörüyordu. İç pazarın, ucuz geri dönüşümlü cam şişe varken kutulanmış biraya ilgi göstermeyeceği düşünülüyordu. Bu görüşe hepimiz katılıyorduk. Kurulabilecek en küçük üretim tesisi bile, satış tahminlerimizin 8-10 katı büyüklüğündeydi.

 

Hazırladığımız rapor, açıklamaya çalıştığım bu nedenlerden dolayı olumsuz yöndeydi. Özellikle Selçuk Bey’in yıllarca bu konuda ısrarcı olmasına rağmen, şirketi riske sokmamak için direndik. Şimdi düşündüğümde, pazarlama konusunda ne kadar yanıldığımızı görüyorum. Türk halkının bu kadar rahatına düşkün olduğunu düşünememiştik. Başlangıçta kutu bira, arkasından da kutu kola o kadar rağbet gördü ki, çokuluslu iki dev firma Türkiye’de iki büyük kutu tesisi kurdu.

 

uretici-15Botaş fabrikasındaki Türkiye’nin ilk dikişli konserve kutu hattı

SALYANGOZ İHRACATI

 

Sayın Özal’ın başbakan olduğu ve ihracat teşvik priminin verildiği yıllardı. İhracat seferberliği başlamıştı. Ben o dönemde Botaş’ta çalışıyordum. İzmir’den Fransa’ya salyangoz ihraç eden bir firmadan kutu siparişi almıştık. Kutunun içine sülfür dirençli bir lak kullanmamız gerektiğini biliyorduk. Lakı ithal ettik. Bir kiloluk kutuları partiler halinde üretip firmaya veriyorduk. Onlar da içini doldurup ihraç ediyorlardı. O yıllarda henüz kolay açılır kapak kullanılmıyordu.

 

Bir süre bu şekilde sorunsuz çalıştık. Sonra bir gün firmadan telefon ettiler. Kutularda bir sorun olduğu ve firmaya gitmemiz gerektiği söylendi. Hemen gittim. Fransa’dan son gönderdikleri partiyle ilgili şikâyet gelmiş. Bu şikâyet üzerine stoktaki ürünlerinden örnekler açmışlar. Aynı sorunun stok ürünlerde de olduğunu görmüşler. Sorun da kutu kapaklarının içindeki lakın dökülmesiymiş.

 

Firma yetkilileri bundan önceki kutularımızda böyle bir sorun yaşamadıklarını, bu yüzden son gönderdiğimiz kutuların lakında veya uygulamasında bir sorun olduğunu söylüyorlardı. O anda cevap verecek durumda değildim. Örnekleri alıp fabrikaya döndüm. Konuyu araştırmaya başladım. Sorun yalnız kutunun üst kapağındaydı. Kutunun diğer taraflarında bir sorun yoktu. Dip ve kapaklar aynı anda üretilmişti, ama alt tarafta, yani diplerde bir sorun yoktu. Halbuki iki tarafta da kullanılan lak aynı partidendi. Uygulamada da hata tespit edemedim. Ege Üniversitesi ve dış ülkelerdeki meslektaşlarım ile temas kurdum. Oralardan aldığım bilgilerin ışığında şikâyeti yapan firmaya sorular yöneltiyordum. Son sorum şu oldu: “Kutu içine konan ürünle ilgili bir değişiklik yapıldı mı?” Ufak bir değişiklik yaptıklarını söylediler. Normal ürünü kutuya koyduktan sonra, Fransız firmanın isteği üzerine bir dilim limon koymuşlar. Sorunun nedeni anlaşılmıştı. Orijinalinde kutu içine konan ürün sülfürlü olduğu için sülfürlü ürünler için uygun bir lak kullanılmıştı. Ama bu lakın asit direnci çok azdı. En üste konan limon ise çok asidik olduğu için lak buna dayanamayıp soyuluyordu. İş sonunda tatlıya bağlandı.

 

Bu olay benim için büyük bir tecrübe oldu. Bundan sonra alınan siparişlerde, kutunun içine konacak ürünü daha detaylı öğrenmeye çalıştım. Bir süre sonra Karadeniz’den bir firma daha bizden salyangoz kutusu istedi. İçine limon koymadıklarını söylediler. Kutu sevkıyatları başladı. Gün geçtikçe sevkıyatlar arttı. Sonra kutular Karadeniz’deki fabrika yerine İzmir’e yakın bir yere gitmeye başladı. Talep öyle arttı ki kutu yetiştiremez duruma geldik. Firma, satış bölümümüzü çok sıkıştırmaya başlamıştı. “Elinizde ne tip kutu varsa onu gönderin. Lakı önemli değil. Yeter ki siz kutu gönderin!” diyorlarmış. Bu durum daha önce salyangoz kutularında yaşadığımız sorun nedeniyle beni huzursuz ediyordu. Ayrıca firma bu kadar salyangozu nereden buluyordu? Cevabı kısa sürede geldi. İçine et de koyup ihraç ediyorlarmış.

 

Satıştan sorumlu Genel Müdür Yardımcımız Ekrem Bey’le birlikte İstanbul’daki merkezlerini ziyaret edip patronları ile görüşmeye karar verdik. Randevu alıp İstanbul’a gittik. Merkezleri çok dar cepheli, eski bir İstanbul yapısıydı ve patronun odası da bir taşra yazıhanesi havasındaydı. Ortalıkta birkaç kişi vardı, o kadar. Görüştük. Patron tipik bir Karadenizliydi. “Bana kutu gönderin, sizden başka bir şey istemiyorum. Benden şikâyet almazsınız,” diyordu da başka bir şey söylemiyordu.

 

Bir süre sonra firmanın patronun gazetelerde fotoğrafları çıkmaya başladı ve kısa sürede meşhur oldu. Uzun bir süre biz kutu satmaya devam ettik. Sonra pek hoş olmayan duyumlar kulağımıza gelmeye başladı. Önce kutu talebi yavaş yavaş azaldı, sonra da durdu. Bir süre sonra gazetelerde hayali ihracat yapanlarla ilgili haberler başladı. Sonra da hayali ihracatçıların isimleri bir bir yayımlandı. O zaman ne olup bittiğini tam olarak anladık. O patronun ismi listenin başlarındaydı.

 

Kutulara ne doldurmuşlardı acaba? Duyumlarımıza göre, toprak (!) doldurulup ihraç edilmişti.

 

uretici-16Botaş fabrikasında matbaa hattı çıkışı

 

YARIM KALAN IRAK İHRACATI

 

Yıl 1988. Botaş’ta Mali İşler Genel Müdür Yardımcısı olarak çalışıyordum. Uzun yıllardan beri Irak’a kutu ihraç ediyorduk. 1985 ve 1986’da yıllık 8.500 ton civarı teneke kullanıyorduk. 1987 yılından itibaren Irak’a ihracatımız çok arttı. 1987 yılında 13.600 ton teneke kullandık. 1988 yılında ise hedefimiz 13 bin tondu. Irak devletine ait Modern Paint fabrikasının kutu üretim bölümüne bir taraftan baskılı teneke levha ihraç ederken, diğer taraftan da know-how vermek için görüşmeler devam ediyordu.

 

O yıllarda Özal başbakandı. Irak’la yapılan bir anlaşma ile Türkiye, Irak’a kredi açmıştı. Türkiye Irak’tan petrol alıyor, karşılığında da Irak’ın ihtiyacı olan malları ihraç ediyordu. Türk firmalarına ödemeyi ise Merkez Bankası yapıyordu. Merkez Bankası mal bedelinin %80’ini hemen, bakiye %20’yi de 2 yıl sonra ödüyordu.
1988 yılında Irak’a yapacağımız ihracat için teşvik belgesi alıp Almanya’dan 5 bin ton teneke getirtmiştik. Bir taraftan da ihracat devam ediyordu. O sıralarda Özal, Irak’a resmi bir ziyaret için gitti. Görüşmeler yapılırken Özal, Irak’ın Türkiye’ye olan borcunun 5 milyar doları geçtiğini öğrenince, belki de görüşmelerde bazı olumsuz gelişmelerin yaşanması nedeniyle, “Türkiye bu kadar yükü taşıyamaz!” deyip, tek taraflı olarak Irak’a ihracat yapanların lisanslarını iptal etti (Para Kredi Kurulu’nun 15.06.1988 tarihli tebliği).
Tebliğin yayımlandığı gün Botaş’a ait 10 adet TIR, 200 ton baskılı teneke ile Irak sınırındaki gümrük kapısında ihracat işlemlerini yapmak üzere bekliyordu. Bu TIR’lar ne işlemlerini yaptırıp Irak’a geçebiliyor, ne de geriye dönebiliyordu. Hemen Ankara’ya gittim. Hazine Müsteşarlığı’nda kamp kurdum. Irak için ithal ettiğimiz bu tenekeleri, özel ebatlı olduğu için iç piyasada kullanamayacağımızı ve bu yüzden firmanın batacağını münasip bir dille anlatmaya çalıştım. Aynı durumda olan diğer şirketler de orada benzer şeyler anlatıyorlardı. Maliye Bakanı Ahmet Kurtcebe Alptemoçin, “Acil kurtarılacak firmalar listesi oluşturulması” emrini verdi. Biz de listeye girdik ve böylece ihracat lisansımızı geri aldık.

 

Listeye girmiştik ve ihracata devam edebilecektik, ama Merkez Bankası’nın ödeme sistemi de değiştirilmişti. Merkez Bankası, ihracat bedelinin %60’nı ödemeye başladı. Bakiye %40 ise ancak 2 yıl sonra ödenecekti. Nakit akışında meydana gelen bu olumsuz gelişmeyi de dış kredi alarak aşabildik.

 

* Botaş’ın eski Mali İşler Genel Müdür Yardımcısı

 

uretici-17Crabtree firmasının Marquess model baskı makineleri

 

TİCARET SAVAŞI

 

80’li yıllarda Botaş olarak yeni ihracata başlamıştık. Kardeş kuruluşumuz Dyo, Irak’a boya ihraç etmek üzere Mr. Bakos’la mümessil olarak anlaşmış. Mr. Bakos, “Irak’ın çok boya kutusuna ihtiyacı var” deyince biz de kendisiyle temasa geçip mümessilimiz olması için anlaştık. Satıştan Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Ekrem Bey’le birlikte Bağdat’a gittik ve Mr. Bakos ile birlikte boya üreticilerini gezdik. Mr. Bakos, zaten firmaları tanıyordu ve biz gitmeden önce de Dyo adına bu firmaları ziyaret edip kutu fiyatları hakkında bilgi toplamıştı. Irak teneke kutu pazarına ilk olarak İtalyanlar hakimmiş. Sonra Yunanlılar pazara girmiş. Pazarın kaymağını yemişler ve hâlâ da yemeğe devam ediyorlardı. Onların fiyatlarını Mr. Bakos’tan öğrendiğimiz için o fiyatların biraz altında fiyat verip siparişleri almaya başladık.

 

O tarihlerde iç piyasada kâr marjımız %20-25 aralığındaydı. Irak ihracatımızdan ise %30’un üzerinde kâr elde ediyorduk. Durumdan hem biz hem de Iraklı müşterilerimiz çok memnundu. Bu durum birkaç yıl sürdü. Irak’a kutu ihraç ettiğimizi rakiplerimiz de duydular ve onlar da Irak’a kutu satmak üzere girişimlere başladılar. Yeni müşteri aramak yerine bizim müşterilerimize gidip daha düşük fiyat verdiler. Kısa süre içinde Irak pazarı cazibesini kaybetti. Kâr marjları %2-4’lere düştü.

 

Düşünün, İtalyan firmaları çok uzun yıllar belki %30-40 kâr marjıyla, daha sonra Yunanlı firmalarla beraber, fiyatları düşürmeden Irak pazarına teneke kutu satmışlar. Bizler bu pazara girdikten birkaç yıl sonra bu pazar cazip olmaktan çıkmıştı. Buna benzer yüzlerce örnek verilebir. Buradan benim çıkardığım sonuç şudur: Atalarımız yüzyıllarca hep savaşmışlar. Ticareti hep başka milletlere bırakmışlar. Onun için savaşmayı iyi beceriyoruz, ama ticareti bilmiyoruz. Ticaret yaptığımızı sanıyoruz. Esasında orada da savaşıyoruz. İnşallah günün birinde bunu da öğreniriz.

 

JAPON PRENSİPLERİ

 

1980’li yıllardı. Japonya’dan teneke ithal ediyorduk. Ürünlerin kalitesinden ve aldığımız hizmetten de gayet  memnunduk. Japon çelik ürünlerini büyük dış ticaret şirketleri ihraç ediyordu. Bu şirketlerden birini bulmuştuk ve onun üzerinden teneke getirtiyorduk. Bir süre sonra Japonya’da bulunan başka bir büyük dış ticaret şirketinin  bilgileri elimize geçti. Faks çekip teklif istedik. Uzun bir süre cevap alamayınca tekrar faks çekip hatırlatma yaptık. Gelen cevap aynen şöyleydi: “Araştırdık. Siz … firmasının müşterisi olarak gözüküyorsunuz. Onun için size teklif veremeyeceğiz.”

 

uretici-18PLM üst kademe yöneticileri, Botaş müdür ve mühendisleriyle… Yıl 1986.

 

“ERKEN GELEN ERKEN ALIR”

 

1990’lı yılların başı, twist-off kapak pazara yeni çıkmış, ev konserveciliğinde hemen herkes twist-off kapak kullanmaya başlamıştı. Bu kapağı o yıllarda tek üreten Rastaş firmasıydı.

 

O nedenle müşterilerin makineden daha kapak çıkmadan parasını vererek ambarın önünde kuyruk yaptıklarını biliyorum. O zamanlar ambar sorumlusu olarak çalıştığımdan, müşterilerin önden, yani ilk sırada kapak almak için bana bin bir ricada bulunduklarını, bazı müşterilerin de etik dışı tekliflerde bulunduklarını biliyorum.

 

Yine bu dönemler bildiğiniz gibi enflasyonun %90, hatta %120 mertebelerinde olduğu yıllardı. Mart-Nisan-Mayıs aylarında kampanya yapılırdı. Her sene Eylül ayı ortasında kapağa zam gelirdi. Bu gelen zam %40-55 mertebelerinde olurdu. Parası olan müşteri kampanya döneminde yüksek alım yapar, Eylüldeki zam sayesinde otomobil alacak kadar kâr ederlerdi.

 

Kampanya başladığında, bir günde sabah 07:00’den gece 01:00’e kadar stoktan 35 kamyon civarı mal yüklerdik. Uzaktan gelen müşteriler veya o güne yetişemeyecek müşteriler beni telefonla arar, kendi mallarının depoda arkada bir yere saklanmasını isterlerdi. Böyle bir teklifi ben kabul etmediğim için erken gelip sıraya giren, kapakları erken alırdı. Geç gelenler kapağın stokta bittiğini görünce ciddi anlamda üzülürlerdi.

 

“BU KAPAK KAPANMIYOR!”

 

Bir çiftçi amca kapakla ilgili şikâyetini bildirmek için 4. Levent fabrikayı aramış. Ben o zaman ambardan ayrılmış, satış sorumlusu olarak göreve başlamıştım. Müşterilerden gelen şikâyetleri de ben cevaplandırıyordum. Bu çiftçi amca kapağın kapanmama sorunundan konservelerin bozulduğundan şikâyette bulunuyor, kızıyordu. Ancak bir türlü kendisini de ifade edemiyordu. Yaklaşık 10 dakikadan sonra sorunun ne olduğunu ancak anlayabildim. Bu çiftçi amca bizim üretimimiz olan 82 mm twist-off kapağı dört-beş sezon kullanmış, ama altıncı sezon kullanırken kapak sızdırma yapmaya ve kapanmamaya başlamış. Çiftçi amca da bundan şikâyet ediyormuş. Tabii ben anlayınca bayağı güldüm. “Amca,” dedim, “Bu kapaklar tek kullanımlıktır. Sen ise en az dört kez kullanmışsın zaten. Yani boşuna kızıyorsun!” Yine de kendisini çok zor ikna etmiştim.

 

Kaynak: Savaş Gezensoy’den alınan bilgi; Ticaret Sicil Gazetesi.

 

 

prev book next